25 Ekim 2015 Pazar

elektrikli süpürge neden çok ses çıkarır?

çünkü: 

piyasada iki tip motor var, dc ve ac. dc motorlar genellikle fırçalı. (fırçasız olanlar çok daha pahalı). bu motorlarda dönüş esnasında fırçaların ve dişlilerin çıkardığı sesler nedeniyle gürültü oluşuyor. engellenebilir bir durum değil. elden geldikçe izole edilebilir ancak yok edilemez. 

ac motorlar ise gayet sessizdir. keza dc gibi doğru değil alternatif akım kullanır ve fırçasızdır. çok güçlü olduğu için dişli vs mekanik yapılarak gereksinim duymaz. böyle olunca da pek ses çıkarmaz. 

peki neden süpürgede bunu kullanımıyoruz? çünkü, ac motorlar yavaş dönüyor. ağırlar ve büyükler. aynı zamanda adaptör gereksinimi vardır. elektrik süpürgesinde büyük ve ağır bir motor kullanamazsınız, evin içinde rahat kullanım gereklidir çünkü. 

bu nedenle, dc motor kullanmak durumundayız. elden gelen, izolasyonu iyileştirmek. ki şu günkü teknolojide, artık çok da rahatsız etmeyecek düzeylere indirildi süpürge sesi.

haydi kızlar okula!

kızlarımızın okuması için başlatılmış bir eğitim seferberliği, kampanya.

ilerde kocasının eline bakmamak, eşinin karşısında dik durabilmek adına kızlarımız okusun!

araştırmalar, eğitim düzeyi yükseldikçe, aile içi şiddetin azaldığını gösteriyor. aynı durum, kadının gelir sahibi olması durumunda da yaşanıyor. yani çalışan kadın, eğitimli kadın, daha çok "insan gibi" muamele görüyor.

http://www.hips.hacettepe...r/tkaa2014_ozet_rapor.pdf

bunun dışında, eğitimli bir erkeğin de eğitimsiz bir erkeğe göre daha az şiddet uyguladığı yukardaki raporda net bir şekilde görülüyor. "davul bile dengi dengine" diyorsak, genelleme ile eğitimli bir kadının eğitimli bir erkek ile birlikte olma olasılığı, sosyal çevre ve kazanç düzeyi gibi durumlar düşünüldüğünde daha yüksektir.

özetle, daha iyi bir gelir elde etmek, daha iyi eğitim görmüş bir birey ile evlenmek gibi durumlar, aile içi şiddet de dahil olmak üzere hayatın daha "yaşanabilir" kılıyor kadınlar için.

sırf bu yüzden kızlarımız okusun.

uzak mesafe ilişkisi

"olmaz" diyenler, denediler mi?

a) denediler ve başarısız oldu bu ilişki.

arkadaş, sen başarısız oldun diye herkes başarısız mı olacak? 

b) denemediler ve her zamanki gibi bilmedikleri, tecrübe etmedikleri bir konu hakkında, sanki 50 yaşına gelmiş de hayatın her şeyini öğrenmiş, ununu eleyip eleğini asmış bir amca gibi ahkam kesiyorlar.

iki durumda da, 

- birbirini yeterince sevmiyor olmak

- yeterince fedakarlık yapmamış olmak

- sadece tensel bir ilişkinin içinde olmak

gibi gibi onlarca sebep nedeniyle başarısız bir ilişki yaşanmış/görülmüş olabilir.

eğer gerçekten seviyorsanız, gittiği yere kadar götürün. zor olan tabii ki daha tatlı olacaktır, bunu da unutmayın. 

bir de, bu işi nasıl yürütürüm diyenler için aşağıda paylaştığım linkte bazı öneriler mevcut. umarım işinize yarar.

http://metasozluk.com/?r=girdi/goster&g=18158 

not : ilişki iki kişiliktir. genel geçer kuralları yoktur. kimseden akıl almayın. hayatınızı yaşayın. her kız, her erkek özeldir. her ilişki benzersizdir. o verilen akıl, o kişinin ve sevgilisinin karakterleri ve yaşamları ile sınırlıdır. sizin ve sevgilinizin hayatları ve karakterleri ise bambaşka. 

nasıl ki bir isviçreli 1000 euro kazanırken fakir sayılırken türkiyede 3000 tl güzel bir maaş gibi görülüyorsa bu da öyle.

kedi

asla ama asla çaresiz duruma düştüğünü hissetmemesi gereken hayvan. eğer kaybedecek bir şeyi olmadığına inanırsa, genlerinde sakladığı saldırgan ve hırçın yüzünü sergiliyor, saldırganlaşıyor. o pufur pufur, sevmelere gelen hali gidip, yerine bir çita, bir kaplan, bir çita gelebiliyor. 

amca çocuğu bunlar sonuçta, kan çekiyor. 

yıllar yıllar önce, evin bahçesinde kedi kovalamak ile eğlenmekte bori. inanılmaz kıvrak, yakalanamaz hali daha da cezbediyor, onunla birlikte ben de koşuyorum. bir kaç ay sürdü bu eğlence. 

mahallede kovalanmadık kedi kalmadı, ama elde var sıfır. taktikler geliştiriyorum, koşma şeklini, kaçış yollarını tespit ediyorum. iş iyice sarmaya başladı, süper zevk alıyorum. 

diğer çocuklar da katıldı sonra. siz de deneyin, harika bir şey. hep birlikte kovalıyoruz kedileri. ama yakalayan yok. 

bu şekilde çokça zaman geçtikten sonra, bir gün, artık çabalarım sonuç verdi ve kaçacak yeri kalmadı. karşımda çaresizce duruyor. e peki şimdi? 

kedi ile göz göze geldik, tıslamaya başladı. o an ben de farkettim, tadı kaçmıştı işin, kovalarken zevkliydi ama, şimdi ne yapıcam, ne işime yarayacak? 

kedi soruyu yanıtladı benim yerime, onu yakalayıp öldüreceğimi hissetti sanırım. vücut dili ile savaşa hazır olduğunu söyledi bana. hızına baktım, reflekslerine, üzerime atlayıp yüzümü parçalasa yapabileceğim hiçbir şey yoktu. o an karar verdi, onurlu bir ölüm istiyordu, üzerime bir hamle yaptı, pençesini savurdu. 

şans, bahçede bir şeyler yaparım, koluma diken batmasın diye kalın bir şey giymiştim, yırttı attı. düşünüyorum, kolumu parçalayacak şekilde sallamış pençesini. 

ilk hamleyi yaptı, beni yere düşürdü, ama daha devam etmedi. amacı kaçıp kurtulmaktı, öyle de yaptı. ama ben yerdeyken üzerime atlasa, çizilmedik, kanamadık yerimi bırakmazdı, eminim. 

işte bu yüzden, kedileri köşeye sıkıştırmayın. sabrını zorlamayın.

hz. muhammed

kendisi ile dalga geçildiğinde popüler olunduğu zannedilen şahıs. 

bir kitlenin kutsal değerleri ile dalga geçmek kimseyi yüceltmez. daha da alçaltır. 

avrupada ateist olan kitlenin, uzun zamandır ateizmi yaşayan kitlenin, bu şekilde tutumları yoktur. saygılıdırlar. herkesin kendi yoluna gitmesi yönünde fikirleri vardır. keza sindirmişlerdir. 

ama ülkemizde ateizm geçmişi pek uzun bir akım olmadığı için, her yeni akımda olduğu gibi bunda da trendler, karşı fikre saldırmanın modası sürmektedir. zamanla düzelirler diye düşünüyorum. 

inanmamak tamam da, sürekli olarak dinden bahsetmek komik oluyor. bir müslümandan bile çok konuşuyor ateistler din konusunda. bunu ilgi çekme çabası olarak görmek lazım belki de.

şeytan

bir cindir. 

bakara suresinin 30-31-32-33-34 nolu ayetlerinde anlatılan kıssaya göre allah meleklere yeryüzünde yeni bir varlık yaratacağını belirtiyor. melekler şaşırıyor. bunun üzerine allah hz. adem'e tüm eşyanın isimlerini öğretiyor. meleklere, varlıkların isimlerini söylemelerini emrediyor. melekler isimleri bilmedikleri için söyleyemiyor. sonra allah hz. adem'e bunları söylettiriyor. meleklerden hz. adem'e secde etmelerini istiyor. melekler secde ediyor, iblis (şeytan) etmiyor. şeytan secde etmeyi kibrine yediremiyor ve inkarcılardan oluyor. 

varoluş hikayesini anlattıktan sonra, gidelim kehf suresi 50 nolu ayete : 

"yine o vakti hatırla ki biz, meleklere: "adem'e secde edin!" demiştik. iblis hariç olmak üzere onlar hemen secde ettiler. iblis cinlerdendi, rabbinin emrinden dışarı çıktı. şimdi siz beni bırakıp da iblis'i ve soyunu dostlar mı ediniyorsunuz? halbuki onlar sizim düşmanınızdır. zalimler için bu ne kötü bir değişmedir."

Ruh'ul kudüs

kuran'ın iki yerinde geçer (aşağıda belirttim). alimlerin kesin olarak karara varmadıkları bir konudur. aşağıdaki şekilde 4 farklı yorum vardır ne olduğu ile ilgili: 

1- allah'ın isimlerinden biridir. 
2- kur'ân ve ya incil demektir. 
3- allah'ın ruhu demektir. 
4- cebrâil demektir. 

bununla birlikte islam alimlerinin çoğunluğu ruhu'l kudüs'ün cebrail anlamına geldiği konusunda hem fikirdir. kelimenin geçtiği ayetler: 

"işte biz, o elçilerden kimini kiminden üstün kıldık. allah onlardan kimiyle konuştu, kimini de derecelerle yükseltti. meryem oğlu isaya da açık deliller verdik ve o'nu ruhul-kudüs (cebrâil) ile destekledik " (el-bakara, 2/253); 

"allah demişti ki: ey meyrem oğlu isâ, sana ve annene olan nimetimi hatırla, hani seni ruhul-kudüs (cebrâil) ile desteklemiştim" (el-maide, 5/ 110); 

hristiyan inancında ise, teslis inancının üçüncü ayağı olan kutsal ruh anlamına gelmektedir.

ertelemek

üniversite, ders çalışılması gerekiyor. bilgisayar başındayım. 

zaten saat 12:30 gibi uyanmışım güç bela. yurt odasında lahmacun ile kahvaltımı yaptıktan sonra, tatlı bir kestirme istiyor canım. yatağa giriyorum. çıktığımda saat 15:30. 

yine uyku hali var, aman diyorum bi duş alayım da kendime geleyim. duş aldın, giyindin mayışıklığı attın derken, yarım saat daha geçiyor, saat olmuş 16:00. kitapları bulayım o olsun bu olsun derken 10 dakika daha geçiyor. 

saat ile göz göze geliyoruz, "neyse, saat 16:30 olsun da başlarım". bilgisayara bakarken buçuğu geçiriyorum. "tam olsun, 5de başlarım". saat beşe yaklaşırken oda arkadaşım geliyor. laflaması, anlatması falan filan derken 18:15 olmuş saat. 

"altı buçukta kesin başlıyorum". bu sefer kesin diyorum. o esnada yandan nalet oda arkadaşım sesleniyor, "acıkmadın mı oğlum sen?", hakikaten, yine acıktık lan! 

dışarda yiyelim diyor bir de namussuz, gidiyoruz, iki saat daha geçiyor. dokuz olsun başlıcam diyorum. saat dokuza geliyor. yan odadan sesleniyorlar, "hacım dota kuruyoruz hadi hep beraber oynayalım". durduramıyor insan kendini. 

zaman geçiyor, saat 1 oluyor. bak ertesin gün diyorum, 1! 

yine içimdeki manyak sesleniyor, "saat kaç oldu yau, gözleri yormayalım, sabah erken kalkar çalışırız." 

sonuç : kalkamadı...

11 Ekim 2015 Pazar

Türkiye'nin AB Süreci

osmanlının avrupa topraklarına ilk ayak bastığı andan beri düşünülen, bazen hayal edilen, bazen korkulan, bazen de eşyanın doğası gereği kendiliğinden oluşan durum. 

osmanlı her daim kendini avrupa siyasetinin içinde tanımlamıştır. yavuz sultan selim'e kadar da ciddi oranda toprağı avrupa coğrafyasında yer almıştır. ama türkler, avrupa tarafından sürekli olarak bu birliğin dışında tutulmaya çalışılmıştır. 

özellikle son 50 yıl boyunca ülkenin istikrarla sürdürdüğü tek politikası olarak avrupa birliğine girebilmek görünüyor. zaman zaman hızlanarak, zaman zaman geri gidecek kadar yavaşlayarak, ama bir şekilde devam ediyor. 

son yıllarda ise türkiyenin avrupadan uzaklaştığı yorumları yapılıyor. buna iktidarın fikirlerinin yol açtığını söyleyen de var, halkın isteğinin bu yönde olduğunu söyleyen de. 

ancak bir gerçek var ki artık türkiye ile avrupa kendini müttefik olara konumlandıramıyor. son olarak putin'in türkiye ziyaretinin avrupada yol açtığı panik bakalım bir şeyleri değiştirecek mi.

Genç İşgücünün Kullanılamaması

Türk gençleri çalışmadıkları, çalışmayı tercih etmedikleri için, bir işe yaramayı reddettikleri için olan durumdur. 

iki gün önce bir dekorasyoncu ile tanıştım. harıl harıl eleman aradığını ancak bulamadığını belirtiyor. söylediğine göre tecrübe, el becerisi vs. aramıyormuş. sadece diyor ki güvenilir bir adam olsun, ben ona işi öğretirim. 

geliri ne olacak diyorum, günlük 100 tl veriyorum diyor. zaten çok kısa zaman sonra boya badana işlerini öğrenir, hafta sonları kendi işlerini de yapar diyor. 100-120 metre karelik bir evin işini 400-500 tl civarı işçilik ile yapabileceğini, bunun da iyi bir kazanç olacağını belirtiyor. 

abimiz köyüne gitmiş, kahvede oturan gençlere defalarca iş teklif etmiş. ancak yanıt olumsuz olmuş. 

bu bir örnekti. belki gençler çalışmak istemediğinden, belki de herkesin mühendis-doktor vs. olmak istemesinden kaynaklı bir durum. gördüğüm kadarıyla tesisatçılık, elektrikçilik, boya-badana, dekorasyon işleri gayet güzel getirisi olan işler. cnc operatörleri 2500 tl'den, kaynakçılar 3000 tl'den başlayan maaşlarla iş bulabiliyor. 

ama mesleki eğitim veren liseler küçümsenmekte, bu tarz işler de ağır işler kategorisine girip gençlerin ilgisini çekmemekte. 

en nihayetinde yuva kurmak için bir iş bulmak gerektiği ortadayken, eli çabuk tutup bir an önce koluna bir bilezik takmak, bir sanat bir zanaat öğrenmek gerekir. 

ama bunları yapmayacağı için türkiye'deki genç nüfusa yazık oluyor.

Kur'an'dan Mucize Çıkartmak

çok sayıda din adamının, bir o kadar da genç bilimcinin uğraştığı çalışma. 

sürekli olarak "bakın kuran'da denizlerin birbirine karışmadığı yazıyor", "bakın demirin atom numarası kurandaki ilgili surenin adının ebced hesabına denk geliyor" gibi tespitler yapıyorlar. 

bunlar allah'ın gücünü gösteriyor eyvallah. ben de mest oluyorum bunları gördüğüm zaman, eyvallah. 

ama şu olsa, biri bir ayete baksa, "lan acaba şunu mu demek istiyor dese", bu kişi aynı zamanda tesadüf eseri o denmek istenen şey ile ilgili bir bilim dalının öncü kişilerinden olsa, sonra gidip kuran'da tespit ettiği bu şeyi bilimsel olarak keşfetse, işte o zaman asıl bombayı patlatmış olur. 

işte o zaman bu bilgiler yalnızca allah'ın gücünü ispatlamakla kalmaz, geri kalmış müslüman dünyası için de bir ilerleme kaynağı olur. 

örnek veriyorum, kuran'da bir ayetten, "arılar savaş aracı olarak kullanılabilir" gibi bir sonuç çıkarsak. sonra gidip yapay arılar üretsek, onlarla da düşman ordusuna sızıp katliamlar yapsak. işte o zaman deriz ki, "hadi ateyizler bunu da açıklasın". 

durum bu.

Sanayi Devrimi

ingilterede çok ileri tarihlerde olduğu iddia edilmesine rağmen şahsen ortaçağ'da olduğuna inandığım yenilikler bütünüdür. 

bir kitap vesile oldu bu fikre kapılmama. daha çok avrupa'da yerleşimin orta-kuzey avrupa civarlarına taşınması (hakimiyetin roma'dan dağılması) ile başlayan süreçte, genlerinde mühendislik bulunan germen kavimleri, yıl boyunca yüksek debili olan nehirlere değirmenler kurmuş, insan gücünün yerine suyun gücünden faydalanmışlardır. 

öyle ki, bazı çok zengin aileler, avrupanın çeşitli yerlerinde yüzlerce değirmene (bugünün fabrikası) sahiplermiş. 

sanayi denilen şey illa ki kömür-buhar gücü vs. değil ise, insan yerine başka güçler kullanmak ve üretimi arttırmak ise, ortaçağ gayet de bir sanayi devrimine tanıklık etmiştir.

Enver Paşa

dimyat'a pirince giderken eldeki bulgurdan olmuş komutandır. 

osmanlıyı kimseye sormadan savaşa sokmuş, çöküşü hızlandırmıştır. 

orta asya'daki türkler ile birleşme hayalini ölümcül sarıkamış operasyonu ile tarihe gömmüştür. yanında 90000 şehit ile birlikte. 

daha sonrasında elindeki ordular ile anadoluya girme tehlikesi oluşturmuş, milli mücadele aşamasında tbmm ordularının güçlerinin bölünmesine sebep olmuştur. 

hayal kurmak ile, fantezi yaratmak arasındaki farkı gözden kaçırmıştır. asla ve asla gerçekçi olmayı başaramamış, elde ettiği mevkiyi, hem insanları hem büyük miktarda parayı hem de büyük bir imparatorluğun geleceğini çarçur etmek için kullanmıştır.

Aldatmak

kelimeler yeterli gelecek mi bakalım. 

partnerlerden birinin eşine sadakatsizlik etmesi, ihanet etmesi diyoruz bu duruma. 

ama insan nasıl böyle bir şey yapıyor, anlamak zor. 

bitirmek zor değil, karşı tarafı aldatmak kadar üzemez. 

bir insanı intihara, o olmadı deliliğe, o olmadı depresyona-işsizliğe-hayattan kopmaya sürükleyecektir. bir insanın hayatını yaşanmaz hale getirecektir. 

erkek yaparsa elinin kiri, kadın yaparsa iffetsizlik deniyor. bana göre iki taraf için de iğrenç bir durum. 

borinin coştuğu an geliyor, aile kurumunun korunması için aldatmak ile ilgili yasa çıkarılmasını istiyorum. cezası yaptırımı olmalı. evlilik de bir anlaşma nihayetinde, evlilik sözleşmesi haricinde devlet denilen olgu bireyi korumalı. 

neden peki? aldatmak kelimesinin tdk'daki birinci anlamı "beklenmedik bir davranışla yanıltmak", üçüncü anlamı "birine verilen sözü tutmamak". yani, iki durumda da bir vatandaş diğerini mağdur ediyor, aralarında yapılmış anlaşmaya uymuyor. hem de bu anlaşma yazılı. hem de bu anlaşma bir devlet memurunun önünde, iki şahit huzurunda yapılıyor. anlaşmayı bozan tarafın bir şekilde cezalandırılması gerekir.

Newton'ın Hareket Yasaları

1687 yılında yayımlanmış yasalardır. 

bir cismin, kendisine etkiyen kuvvetler ile hareketi arasındaki bağıntıları ve etkileşimleri açıklamayı hedefler. 

birinci kural, bir cisme etkiyen kuvvet yoksa, cisimde hareket ile ilgili bir değişiklik olmaz. gidiyorsa gider, duruyorsa durur. (bir yönde baskın gelecek şekilde bir kuvvet yoksa demek isteniyor, karşıt iki kuvvet birbirini dengelemişse de block body diagram'da o yöndeki toplam kuvvet sıfırdır) 

ikinci kural, eğer cisim üzerinde dengesiz kuvvet varsa (bir yöne baskın), o yönde, kuvvetin kütleye bölümü kadar bir ivme ile hız değişimi olur. 

üçüncü kural, etki-tepki prensibi olarak da bildiğimiz, cisme uygulanan bir kuvvet varsa, cisimden kuvvete doğru karşıt bir tepki kuvveti oluşmasıdır. 

üzerinden geçen 300'den fazla yıldan sonra hala dönüp bakınca, modern mühendisliğin 1687 yılında kurulmuş yasalar ile yürüyor olması, sir isaac newton'ın ne kadar büyük bir bilim adamı olduğunu göstermektedir.

Mezopotamya

ilk kentsel yaşamın, ilk uygarlığın var olduğu bölge. 

sümerler ile birlikte kent devletleri kuruluyor. yaklaşık olarak m.ö. 5000 civarında bugün modern anlamda kent yaşamı olarak adlandırabileceğimiz yapı oluşmuş. 

peki, dünyanın bir çok yerinde insanların yaşadığı bir dönemde neden mezopotamyada kentleşme başlıyor? denebilir ki fırat ile dicle arasındaki bölge tarıma elverişliydi, tarım yerleşik yaşam oluşturdu, kentleşme başladı. aslında başka bir nokta var incelenmesi gereken. 

şimdi, bu fırat ve dicle, kararsız nehirler. kimi zaman taşkın boyutunda su taşırken, bazı zamanlarda kuruyacak kadar azalıyor suyu. haliyle, bu bölgede tarım yapabilmek için, su kemerleri, setler, kanallar vs. inşa etmek gerekliliği ortaya çıkıyor. zamanla mühendislik, bakım işleri vs. gibi meslek grupları oluşuyor. bu inşa faaliyetleri sırasında oluşan kültür ise, kent yaşamı için gerekli olan sınıflaşma, inşa kabiliyeti, teknik bilgi donanımı benzeri kavramları ortaya koyuyor. 

dahası, su kanalları üzerindeki bu uğraşlar, düzenli bir çalışma gerektirdiği için, bir şekilde bir üst kimliğe ihtiyaç duyma gibi bir gereksinime neden olduğundan, monarşik devlete ihtiyaç başlıyor. bürokrasi ve yönetim sistemleri de bu dönemde oluşmaya başlıyor. 

nitekim fikri destekleyecek bir durum, o dönem de bugün gibi bol ve düzenli yağış alan avrupada böyle bir kentleşme, uygarlık oluşturma yapısının oluşmamış olması. 

özetle, fırat ve dicle'nin kararsız yapısı, ilk uygarlıkların var olma sebebi oluyor.

Düzenli Ordu

ülkelerin, monarşik bir ailenin ve ya bir kent sisteminin, meslek olarak askerliği seçmiş ve hayatını buna adamış bireylerden oluşan kurumu. 

kişiler başka işle (genellikle) uğraşmaz ve hali hazırda savaş durumunda beklerler düzenli orduda. maaşları vardır, hiyerarşik bir yapı aranır. 

peki düzenli ordu ihtiyacı nasıl belirdi ve nerede ortaya çıktı? 

başka bir yazımızda ilk uygarlıkların ve kentleşmenin mezopotamya'da oluştuğundan ve sebeplerinden bahsetmiştik. işte yine aynı şekilde, kent devletlerinin oluşması, tarım sayesinde ekonomik güçlenmenin başlaması, bir yerleşik düzen demekti. bu da göçebelerin saldırılarına karşı korunma güdüsü nedeniyle bir düzenli orduya ihtiyacı doğurdu. 

elbette ki düzenli ordu bile yeterli gelmeyecek, belirsiz sınırlar ve siyasi istikrarsızlıklar, ülkelerin uzun ömürlü olmamasına neden olacaktı.

Mısır

günümüzde siyasi istikrarsızlık, iç savaş boyutlarına varan anlaşmazlıklar, darbeler, laik-islamcı kesim kavgaları ile eski gücünden pek de eser kalmamış görünen arap ülkesi. 

ortadoğu ve afrika ile ilgili siyasi projeksiyonlarda asla denklemin dışında tutulmayan bir ülkedir. öyle ki, israil-türkiye-mısır üçlüsünün ortadoğu'nun kilidi olduğu sıklıkla ifade edilir. 

mısır, osmanlı döneminde de, öncesindeki memlük döneminde de daha da fazla bir öneme sahipti. zengin yapısı, hem ticaret yollarının üzerinde olması, hem de uzun nil boyunca yapılan tarım faaliyetleri nedeniyle oluşmuştu. 

çok daha öncesinde, firavun döneminde, o tarihte görülmemiş bir düzeyde siyasi birlik, zenginlik birikimi, güçlü bir ordu oluşumu görülüyordu. o dönemin en güçlü ülkesiydi diyebiliriz. ayrıca, uzun ömürlü olmuştu bu ülke, ki dönemin mezopotamya ülkelerinde bu durumu göremiyoruz. 

şimdi, mezopotamya da, başka bir yazımızda da bahsettiğimiz şekilde tarımsal faaliyetler ve ticaret anlamında mısır kadar güçlü iken, neden firavun ülkesi kadar güçlü bir devlet, o kadar uzun bir siyasi ömür elde edilememişti? 

mezopotamya, geniş düzlüklerden oluşması itibariyle sürekli olarak saldırılara açık durumda iken, uzun nil boyunca sağlı sollu çöl duvarları nil etrafındaki tarım bölgelerini koruyordu. göçebe kavimler sürekli olarak çölün dışında kalıyor, içerdeki zengin topraklara erişemiyordu. bu korunaklı yapıya bir de firavun ailesinin tanrısal yaklaşımının halk nezdinde kabul görmüş olması ve iç siyasi istikrar eklenince, mısırda uzun soluklu bir monarşi mümkün oluyordu. 

göçebe saldırıları ile güç kaybetmeyen iktidar ise, kurduğu düzenli ordu ile (bkz: #30041), ki bu ordu sürekli savaşlarla yıpranmıyordu, savunmasını sağlıyor, ülkenin tüm bölgelerindeki tüm faaliyet dallarında başarı ile yönetimini sürdürüyordu.

Göçebeler

günümüzde de benzer şekilde örnekleri bulunan, genellikle hayvancılığa dayalı bir yaşam süren, yazın yaylalarda, kışın da genellikle korunaklı çadırlarda yaşayan, sabit ikametgahı bulunmayan insan, insan topluluğu. 

aslında kökenleri çok çok eskiye, m.ö. 5000'li yıllardaki avrasya steplerindeki ve yaylalarındaki davar güdücü kavimlere dayanmaktadır. 

genellikle savaşçı yapıdalardı, başlarında aristokrat diyebileceğimiz klişiler de bulunabilirdi ve zaman zaman konfederasyon olarak adlandırılan yapılar ile birbirlerine bağlanır, güç paylaşımı ve birleşimi yaparlardı. 

bu yapılar, genellikle et haricinde (zaman zaman hayvansal diğer yan ürünler, kürk, deri vs.) yerleşik kavimlere bağımlı durumdaydı. aynı şekilde yerleşik kavimler de, tarım dışı beslenme kaynağı olarak ete ihtiyaç duyuyordu. bu karşılıklı gereksinimler, aralarında bir ticaret oluşmasını sağlıyordu. 

bu ticaret bir şekilde aksadığında, göçebe kavimler ihtiyaçlarını zorla gidermek için yerleşik devletler veya oluşumlar ile savaşmaktan kaçınmıyordu. 

(burada bölüyorum, ikinci dünya savaşı öncesinde, diğer ülkeler gibi hammadde zenginliği bulunmayan japonya-italya-almanya grubunun saldırgan tavırları da bu göçebe kavimlerin ihtiyaçlarını zorla gidermesi durumuna benzemiyor mu?) 

şimdi, ta mezopotamya uygarlıklarından başlayıp, roma dönemine kadar sürekli olarak bir iki kutuplu dünya görüyoruz. biri göçebe kavimler (savaşçı aristokrasi), diğeri ise yerleşik yaşama geçmiş kitle (zanaatkarlar, köylüler, krallar, zamanla din adamları vs.). bu karşıtlık, bir şekilde o zamanların en büyük etkileşimi olmuş, hem uluslararası diplomasinin oluşumuna katkı sağlamış, hem de yerleşik uygarlıklarda üretilen kültürün ve değerlerin, göçebe kavimlere aktarımını hızlandırmıştır. 

işte, basit şekilde göçebe dediğimiz, davar güdücü, hayvan yetiştirici kavimler olarak adlandırılan bu kitle aslında uygarlığın oluşumundaki iki temel oluşumdan biri oluyor.

Avrupa Uygarlığı

avrupa kıtasında var olmuş, binlerce yıllık geçmişe dayanan, çeşitli etkileşimlerin sonucu oluşmuş kültürel, ekonomik, teknolojik faaliyetlerin ve biriken bilginin tümü, avrupa uygarlığı dediğimiz kavramı oluşturuyor. 

aslında avrupa geçmiş çağlarda asya karşısında sönük kalmış durumdaydı. bir şekilde bina inşa edilemeyen dönemde, taşları üst üste yığıp tapınak yaparken avrupa insanı, mezopotamya'da yavaş yavaş çok tanrılı dinlerden tek tanrılı dine evrim başlamış durumdaydı. 

el aleti kullanımı da aynı şekilde, tarım aletlerinde de aynı şekilde, mezopotamya uygarlığının çok gerisinde idi avrupa. hatta öyle ki, saban benzeri araç gereci icat edemedikleri için, çok yağışlı avrupa ikliminde oluşan kalın çamur tabakaları bile yarılamamış, tarım faaliyetleri hep ilkel düzeyde kalmıştı. 

avrupa kavimleri öncelikle barbarlar ile etkileşime geçti, hint-avrupa dillerini elde ettiler, onlardan bronz ve çelik işlemeyi öğrendiler. daha sonraları, avrupa, önce yunan kültüründen etkilenerek yavaş yavaş teknik bilimi oluşturmaya ve bu kapsamda bilgi üretmeye başladılar. 

zaman geçtikçe ilerlediler, sanayi devriminin öncülerini olan yel değirmeni kullanımı vs. faaliyetlere giriştiler. 

iki farklı nitelikteki bu kültürleri, yani yerleşik yunan kültürü ve göçebe kültürünü bir araya getiren avrupa kavimleri, hem yerleşik yaşam kaynaklı teknik becerilere, uzun vadeli yatırım kültürüne ve soğukkanlılığa hem de göçebe yaşam kaynaklı savaşçılık, cesaret ve atılganlık gibi kavramlara sahip oldular. 

bu iki kültürün birleşimi ise sanırım mükemmel karışım oluyor.

Erkeklerin Zenginliğini Gösterme Çabası

şimdi, erkek dediğin, malborosunu, arabasının anahtarını, cüzdanını çıkarıp barmenin önüne bırakıyor. sonra da etrafa cool bakışlar atmaya çalışıyor. 

arabasına biniyor, gazı köklüyor. jipine biniyor, umursamaz tavırlarla yol alıyor. pazarlık yapmadan alışveriş yapıyor, bir şey satın alırken satıcıyı azarlıyor. 

peki neler oluyor bu üç milyar insana? 

durum şu ki, erkekler kadınları etkilemek istiyor. 

kadınlar, yuva kurabilecekleri, birlikte sağlıklı çocuklar elde edip yetiştirebileceği, yuvasına bakabilecek, yuvayı dış etkilerden koruyabilecek bir erkek ile hayatını devam ettirmek isterler. 

bu, ilkel çağlardan itibaren süregelmekte olan bir yapıdır. ilkel dönemde, en güçlü olan, en iyi avlanan, en iyi savaş aleti kullanan erkek idi aradıkları kişi. 

şimdi ise güç, para demek. saf sevgi veya aşk üzere kurulmuş, duygusallık yüklü evlilikleri bir kenara bırakırsak, uzunca bir dönem boyunca mantık evlilikleri maddi güce erişmiş kişilerin hedef alındığı şeylerdi. 

şu an için anlaşabilmek, duygusal paylaşım gibi kavramlar ön plana çıkmış olsa da, maddi gücü elde etmiş erkeklerin kadınlara daha çok hitap edebiliyor olması gibi bir durum söz konusu. 

nitekim, erkekler de, "benim çok param var", "ben çok güçlüyüm", "benimle birlikte olursan ben her şeyin üstesinden gelirim" mesajı verebilmek adına, malı mülkü ne varsa ortaya seriyor, belki bilinçli belki de bilinçsiz şekilde. 

elbette ki son dönemde kadınların beklentilerinde bir değişiklik var. anlayışlı, ev işlerine yardımcı, sevecen baba olabilecek, şiddete karşı, kadın haklarına saygılı bir eş hayal edenlerin sayısı oldukça fazla. e tabi ki erkekler de bu ihtiyaca yönelik evrim sürecine koyuldu bile. meriç olarak tabir ettiğimiz "kızların en yakın arkadaşı" konsepti bunun üzerine dayanıyor. "yakışıklı olmayabilirim, karizmatik olmayabilirim, ama seni çok iyi dinler, anlarım, duygusalım" insanı olan meriç, kadınların bu belirttiğim isteğine oynuyor. 

neticede, bir erkeğin tüm davranışlarında olduğu gibi "zenginliği gösterme çabası" da kadınları etkilemekten ibarettir.

7 Ocak Charlie Hebdo Saldırısı

mümessili olarak pek çok sosyal medya organında islam'ın suçlandığı saldırı. 

islam dini, yoruma açıktır. her birey kafasında yarattığı fikri yaşar. din kimseye, "gidin öldürün" demez. ama din, "peygamber sevgisi" aşılar. 

kimisi peygamberine olan sevgisi ile boykot eder, kimi sırtını döner, kimi gidip katliam yapar. 

katliamı müslümanların yaptığına dair bir delil yok. şahsi fikrim zaten müslümanların yapmadığı yönünde. 

diyelim ki müslümanlar yaptı. yine de bu islam'ı suçlama gerekçesi değildir. yapan bireyin sorumluluğundadır bu eylem. artıları ve eksileri ile. 

bir konu da, düşünce özgürlüğünün hakaret boyutuna varmaması sınırı ile ilgili. islam dini, peygamberinin yüzünün resmedilmesini istemiyor. nasıl ki antisemitizm yasak ise avrupada, bu da yasak olabilir. 

yani hitler'i övmek yasak, yahudilere soykırım yapılsın demek yasak, ermeni soykırımı yoktur demek yasak, ama islam peygamberini resmetmeyin diyince sorun mu oluyor. o zaman bunun adı çifte standarttır.

Kobani

ışid tarafından işgal edilmeye çalışılan, ypg'nin elinde tutmaya çalıştığı şehir. 

çok uzun zamandır kuşatma altında bu şehir. ışid hem tanklarla, hem ağır silahlarla, hem de gerilla taktikleri ile şehre saldırılar düzenliyor. ypg ise şehir içinde direniş halinde, sokak savaşı yapıyor. 

önceleri bariz bir ışid silah üstünlüğü varken, peşmerge ve amerikanın desteği ile pyd bir nebze olsun rahatladı. mücadele şimdilerde eşit bir temelde ilerliyor. amerikan hava saldırıları da ışid'in aldığı önlemler ile eskisi kadar etkili değil. 

şimdi, durumu kısaca özetledikten sonra, çok tartışılan duruma gelelim. bir kesim diyor ki kobani düşecek, kürtler burayı savunamaz. bir kesim ise, hani düşüyordu, bakın düşmedi şeklinde karşı argüman sunuyor. ama mesele bu değil kanımca. 

ışid, kobani'yi gerçekten ele geçirmek derdinde olamaz, olmamalı. kobani, yalnızca konumu itibariyle stratejik bir bölge. ayrıca ypg ve pkk için de militan deposu. yani deposuydu. birazdan geçmiş zaman ekinin sebebini paylaşacağım. 

şimdi, stratejik olarak önemli, keza diğer kürt bölgelerinin tam ortasında yer alıyor, kuzey suriye yapısının başkenti niteliğinde. hem erzak dağıtımı, hem silah dağıtımı, hem de militan desteği olarak üs bölgesi olarak kullanılabilecek bir mevkide. üstelik türkiyeye de çok yakın. 

militan deposu dedik. yüklü bir nüfus var(dı) ve bu nüfusun önemli bölümü kürt siyasi hareketinin etkisi altında kalmış insanlar(dı). bu nedenle de pkk ve ypg için çok kritik. 

tartışılan şey, kobaneyi kimin kontrol ettiği idi. ancak, yukardan çekilmiş fotoğraflarda, "acaba bu tartışma yersiz mi" diye düşünmek gerekecek görüntüler göze çarpıyor. 

arkadaşlar, biz burada kobane kimin elinde diye düşünürken, kobane yok olmuş. tek bir bina bile kullanılabilir bir halde değil. sokaklar delik deşik. zaten şehir savaşı yeterince harap edici iken bir de amerikan füzeleri parçalamış her yeri. 

şu dakikadan sonra işte, militan deposu da değil bu şehir. stratejik olarak da kullanılabilecek bir hali kalmadı. 

ışid ise, bütün dünya kobaniyi konuşurken ırak ve suriyede denetimi altında tuttuğu bölgelerde petrol ticaretini düzene soktu, eğitim sistemi kurdu, memurları var, asker yetiştiriyor. bakın militan elde ediyor demiyorum, baya baya, eğitim ile, tatbikatlar ile, ideolojik olarak güçlü fikirlere sahip askerler elde ediyor. ki amerikanın paralı askerlerine göre bu askerler çok daha etkili savaşçılardır, bunu yakın zamanda anlayacağız. 

ışid, kobani üzerinden hedeflerine ulaştı. pyd ise, ypgnin silahlı gücünün önemli kısmını, militan deposu olarak kullandığı halkını, başkentini, stratejik önemli bir mevziyi kaybetti. evet kobaninin olduğu topraklar pyd kontrolünde ancak orada artık kobani yok. 

ısrarla bir kobane bir kobani dedim bu yazıda. keza insanlar ayn el arap mı, kobani mi kobane mi diye tartışırken, ışid suriye ve ırakın her birinin yüzde 30 civarı kısmını elinde tutan, devasa petrol gelirine sahip, devlet özellikleri taşıyan bir yapı haline geldi. işte, arka planda çok büyük şeyler dönerken, bizler basit tartışmalar ile uyumaktayız.

Namibya Soykırımı

1904 yılında, almanya tarafından gerçekleştirilmiş soykırımdır. 

o dönemde almanya sömürgecilik faaliyetlerinde ingiliz ve fransızların gerisinde kalmıştı. bu da almanyada huzursuzluk yaratıyordu. ingiltere, bu huzursuzluğun yaratacağı olumsuz koşulları göz önünde bulundurarak, almanyanın afrikada belirli sömürgeler edinmesini sağlamak niyetindeydi. bunun için de, güneybatı afrikada o dönemde yaşanan karışıklıkları bahane ederek, bölgeden çekileceğini söyledi. bu almanların uzun süredir beklediği fırsatı yaratmıştı. 

almanlar gönderdikleri ordu ve yönetim kademeleri ile bölgede hızlı bir denetim sağladılar. yerlilerin verimli topraklarına, zengin elmas madenlerine el koydular. ama işler ters gitmeye başlıyordu. yerli kabileler duruma itiraz etmekteydi. 

namalar, ardından da hukkular isyan bayrağını çekti. almanya buna, yaklaşık 14000 kişilik bir orduyu bölgeye sevk ederek karşılık verdiler. ordunun başında general lothar von trotha vardı. 

almanlar öncelikle sayıca fazla olan hererolara saldırdı. binlerce asker kaybeden hererolar, çöle doğru kaçmaya başladı, hedelerinde o dönem ingiliz denetiminde olan bechuanaland vardı. ancaki içlerinde yalnızca şef maherero yönertimindeki yaklaşık 1000 kişi bunu başarabildi. kalanlar çölde susuzluk ve açlık nedeniyle hayatını kaybetti. 

aynı acıyı namalar da yaşadı. onlar da isyan sonrasında ağır şekilde katliamlara maruz bırakıldı. 

asker kayıplarının yanısıra, savaş ile ilgisi bulunmayan yerliler de, alman fabrikalarında çalıştırıldılar, madenlerde ölüme terk edildiler. kadınlar ise alman askerlerinin seks kölesi olarak yıllarca işkence çekerek yaşadılar. sonunda öldüler. 

namibyada zengin elmas madenleri vardı. bu madenler ve almanların sömürge iştahı, 65000 hereronun ve 10000 namanın ölümüne neden oldu. o dönemde hereroların nüfusunun 80000, namaların nüfusunun ise 20000 olduğu düşünüldüğünde sayının büyüklüğü, soykırımın vahşeti gözler önüne seriliyor. 

bu sayılar, birleşmiş milletler raporlarına dayanıyor. 2004 yılında da alman hükümeti böyle bir olayın varlığını kabul ederek özür dilemiştir. 

Üst başlığımızda diğer soykırımları da bulabilirsiniz.