16 Aralık 2014 Salı

rus ekonomisinin çöküşü

rusya'nın ukrayna'yı işgali ve kırım'ı ilhak etmesi ile başlayan yaptırımların sonucunun varacağı muhtemel nokta. 

faizler önce yüzde 10.5'e, şimdi de yüzde 17'ye çıkarıldı. ruble yüzde 70 kadar değer kaybetti dolar karşısında. petrol 120 dolardan başladığı düşüşünde bugün 59 doları gördü. ki rusya'nın önemli gelir kalemlerinden biri petrol. 

ruslar hala putin'e güvenmekle birlikte tedirgin. rusya ambargolara karşı ambargolarla, ithalat yapacak farklı ülkeler bularak vs. karşı koyuyor. en son türkiye ile yakınlaşma çabaları da bu durumun örneklerinden. 

bakalım ithalat gereksinimi çok olmayan sanayisi ile ayakta durmayı başarabilecek mi rusya. 

amerika gücünü kullanıyor, soft power denilen neyi varsa rusya nın üzerine boca ediyor, şu ana kadar da putin'i köşeye sıkıştırmış durumda. amaçları herkese "öyle kafanıza estiği gibi işgal yapamazsınız, age of empires oynamıyoruz burda" demek. 

peki ya rusya ayakta kalmayı başarırsa? suriye'yi amerikaya yedirmeyen rusya, bu badireyi de atlatırsa, "tek kutuplu dünya" inanışı yerle yeksan olur, amerikan rüyası sorgulanmaya başlanır, rusya tekrar dünyadaki ikinci kutup olarak ayağa kalkar. 

bekleyip göreceğiz.

11 Aralık 2014 Perşembe

avmlerin havasız olmasının nedeni

şimdi, klima dediğiniz arkadaş pahalı bir sistem. tüm avmlerde yeterli miktarda bulunuyor. ama dediğim gibi, çalıştırmak pahalı. 

yaz günü, dışarısı 38 derece, içeriyi 24 derecede tutmaya çalıştığınızı düşünelim. 14 derece soğutacaksınız dışardan aldığınız havayı, ve bunu sürekli yapacaksınız. maliyet inanılmaz boyutlara varır. 

bunun yerine, bu avmci abilerimiz, içerdeki havayı alıp (insanların ısıttığı kadar, varsayalım ki 28-30 derece olsun) 24 dereceye soğutmayı tercih ediyorlar. dışardaki sıcak hava yerine, içerdeki nispeten serin havayı soğutmak daha ucuz oluyor. 

e ne oluyor? sabah açıldığında hangi hava varsa içerde, akşama kadar o dönüp duruyor. (kapılardan camlardan kaçak giren temiz havayı yoksayma hakkımı kullanıyorum). e tabi her dönüşte biraz daha karbondioksit içeriği artmış olarak. 

hava gittikçe ferahlığını yitiriyor, daha boğucu hale geliyor. (serin olabilir, ama karbondioksit oranı arttıkça insanda boğulma, nefes darlığı hissi yaratır) 

onu geçtim, içerde yeterli sayıda solunum yolu hastalığı sahibi kişi varsa buyrun cenaze namazına, herkese yayılacak o virüsler. 

işte böyle, avmye giderken, küçücük çocuğunuzu sokarken bir daha düşünün.

pazar günleri avmlerin kapalı olması

yeni yasa taslağı ile olması muhtemel durum. 

tamam küçük esnaf kazansın ama yahu bi durup düşünelim. 

bu ülkede hiçbir şeyin etkileri düşünülmüyor. küçük esnaf kazansın, ne yapalım, avmleri kapatalım, böylece herkes küçük esnaftan alışveriş yapar. evet, kapatmanın ilk sonucu budur ve olumludur. peki, kapatmak denilen eylem neticesinde başka sonuçlar, mühendislik tabiriyle disturbanceler oluşmayacak mı? 

öncelikle, pazar günleri bu avmlerin en çok müşteri aldığı günler. pazarı iptal edersen kalır bir tek cumartesi. o gün gidebileni var gidemeyeni var, her halükarda müşterisi azalacak. müşteri azalırsa çalışan da azalır, hooop yeni işsizler. 

tamam küçük esnaftan alışveriş yapalım. şimdi, gidiyorum avmye, koyuyorum arabamı güvenlikli otoparka, huzur içinde alışverişimi yapıyorum. kapatırsan ne olacak? o kadar araba ulus'a veya kızılay'a sığacak mı? mümkün değil. e toplu taşıma? o kadar otobüs nerdee! önce küçük esnafın etrafında altyapı oluştur, sonra düşünelim bunları. 

işin bir de farklı bir yanı var. avm sahibi gözüyle bakalım. gitmişim, bastırmışım parayı, dükkan açmışım en büyüğünden. parayı ben verdim, emeği ben koydum, ya hu devlet nasıl oluyor da hangi gün açıp hangi gün kapatacağıma karar veriyor? istersem gece 4te açarım. özel sermayeyi boğma yetkisi nasıl oluyor devletin elinde anlamıyorum. 

ha istiyor muyum avm, asla! iğrenç mekanlar, kötü kokuyorlar, hastalık yuvası yerler. (bkz: avmlerin havasız olmasının sebebi) insanları sömürüyorlar, küçük esnafı bitiriyorlar, insanları kapalı mekanlara hapsedip doğadan ve açık havadan koparıyorlar. ama zorla değil işte, herkes gönüllü gidiyor. 

benim derdim avm yandaşlığı ya da karşıtlığı değil. ama diyorum ki, adım atarken oluşacak tüm sonuçları düşünüp ona göre hareket etmek lazım.

ilişkide güven ve yalan

olmazsa olmazdır. 

sürekli kıskançlıklar, yoklamalar vs. insanı yorar. biraz sakin olup karşı tarafa güven duymak gerekir. karşı taraf diyip bırakmayalım, insanın biraz da kendine güveniyor olması gerekiyor. ne de olsa kişi kendinden bilir işi. 

güveni sağlamak için öncelikle yalan denilen iğrençlikten uzak durmak gerekir. bir kez yalan söylendiğinde güven denilen kavram yıkılır ve tamiri mümkün değildir. cam gibi düşünün, yapıştırabilirsiniz ama ilk kusursuz haline dönemez. 

güven sağlandığında da huzur gelir. her hareketi takip etmek, sürekli olarak olumsuz fikirlere, evhamlara kapılmak insanın ruhunu fazlasıyla yorar. bu yorgunluk partnere de yansır, iş iyice sarpa sarar. 

iyisi mi siz güvenilir bir insan olun, kendinize güvenin, partnerinize güvenin. elbette ki ilgisiz bırakacak kadar güven olmaz, hiç sormamak da rahatsız eder. o dengeyi bulmak da size düşüyor.

9 Aralık 2014 Salı

banka yöneticilerinin insanın suyunu sıkması

kesinlikle içimi acıtan durumdur. 

saat 9da başlayıp 6da bitecek mesaiden bahsederek işe eleman aldıktan sonra, "her pazartesi toplantı var, 8de burada olun" derler, her gün en geç 8 buçukta işe gelinmesini isterler. 

akşamları zaten ilginç durum. 5 buçukta kapılar kapatılıyor ama müşteri 5.29'da girmişse onun işlemi bitene kadar oradasın. gündüz yapılan kredi başvurularının dönüşlerini yapmak, kasayı kapatmak, aramalar yapmak derken, saat bir şekilde 8 ediliyor. fazla mesainin zorunlu olduğu durum işte. 

tuvalet molası bile nadir. 10 dakika geç gelen personele tavırlar, imalı imalı laf sokmalar vs. yemek molası 12.30-13.30 ama saat 1 olmadan çıkabilen de görüşmemiştir sanırım. ha bi de müşterilere hazır olmak için 1 buçuktan önce gelmek gerekir yerine. 

zorla eğitime gönderirler, toplantıya gönderirler şehir dışına, sonra taksi parasını yemek parasını ödemeye gelince zorluk çıkarırlar. üç kuruş para için insanları itham ederler. 

sürekli satış, sürekli işlem beklerler. iki çocuğun birbirine örnek gösterilmemesi gerekliliği pedagojik bir tespit iken sürekli olarak yan masadaki, diğer şubedeki iş arkadaşını referans verip performans beklerler. 

verdikleri maaş da bişey olsa. 


not: bankacı değilim 

bedelli askerlik

vatan borcudur. 

dil, bir milletin hayat damarıdır. dil yaşadığı sürece millet varlığını sürdürebilir. 

anadolu'da hititler, frigler, asurlular vs. onlarca kavim varolmuş, ancak bugün varlıklarını taşıyamamışlardır. dillerinin ölmesidir aslolan, buhar olmadıklarına göre, kültürel olarak evrimleşmiş, türkleşmişlerdir. 

bu nedenle teknik terimlere, günlük kelimelere mümkün olduğunca türkçe karşılık üretmek, bunların kullanımının yaygınlaşmasını sağlamak önemli bir meseledir. 

daha önce ülkemizin kurucusu tarafından, ardından türk dil kurumu tarafından uygulanmış, batı dillerinde de uygulanan, dilin yaşamını sürdürmesi için kesinlikle gerekli olan çabadır. 

bu konudaki çabaları grev kırıcı mantığıyla sekteye uğratmak isteyen kimseler, her daim bir yalan olan "çok oturgaçlı götürgeç" zırvasını öne sürmüşlerdir. aslında türk dil kurumu hiçbir zaman böyle bir öneride bulunmamıştır. ama bu örneği üretmek, bunu dil konusundaki çabalarla dalga geçme unsuru olarak kullanmak yabancı gizli servislerin veya ülke üzerinde kültürü yıkacak faaliyetlerde bulunan odakların değil, tarihte her zaman karşılaştığımız dahili bedhahların eseri olmuştur. 

elbette ki toplumumuzda her daim böyle kimseler olmuştur yine de olacaktır. özellikle gençlerin arasında yabancı dile özenmek, kelimelerinin arasına yabancı sözcükler serpiştirerek kendi diliyle "cool" görünmeye çalışmak ilgi uyandırmaktadır. ama ulu önderimiz dil meselesinin farkına fazlasıyla varmış, yüzyıllarca arap ve fars etkisinde, ardından ingiliz ve fransız etkisinde kalmış türkçenin kurtarılması için geniş çaplı çalışmalar yürütmüştür. işte onun uykusuz geceleri sonucunda imge, imgelem gibi felsefe terimleri, üçgen, açıortay gibi geometri terimleri türetilmiştir. bunlar da "çok oturgaçlı götürgeç" gibi yalan üzerine kurulu olmayan, aksine, toplumda kullanılmakta olan kök ve yapım eklerinin birleşimi ile oluşmuş sözcükler olduğu için kabul görmüş ve dilimize yerleşmiştir. 

bir sözcüğün kullanılmasında sözcüğe konu olan kavram-ürün-varlığın kim tarafından icat edildiği de önemli değildir. önemli olan, o sözcüğü duyduğunuzda kafanızda bir ibarenin beliriyor olmasıdır. örneğin, heat exchanger kelimesi dilimize eşanjör olarak geçmiştir. teknik olarak eşanjörün nerede kullanıldığını ve ne işe yaradığını bilmeyen kimseler için bir şey ifade etmez bu sözcük. ama bir ingiliz, "ısı değişimi" olarak az da olsa ürünün ne işe yaradığını anlar. ayrıca barut çin'de icat edilmesine rağmen birçok dilde karşılığı vardır. 

teslim olmak insanın doğasında vardır, evet. araplarla, farslarla, yunanlarla vs. yüzyıllar süren etkileşim, ingiliz ve fransızlarla da birkaç yüzyıl süren ticari-siyasi-askeri iletişimler ve o ülkelere duyulan hayranlık sonucunda oluşmuş bir dil saldırısı mevcuttur. dilimize bu dillerden çok sayıda sözcük geçmiştir, evet. televizyon dendiğinde insanların aklında bir fikir oluşuyor artık, kalem dendiğinde, teşekkür dendiğinde de. bunlar türkçeleşmiştir, kabuldür, dile yerleşmiştir. ama, bu kelimeler dilimize yerleşti diye, bundan sonra da devam etsin, bu konuda çaba sarfetmek boş bir çabadır demek, teslimiyettir. bir kere tecavüze uğramış bir kişi, "nasıl olsa bir kere oldu, bundan sonra kendimi bundan korumaya çalışmam yersizdir" diyerek mi hareket etmektedir? 

yanısıra, kimse kimseyi herhangi bir çaba için zorlamamaktadır. ama ülkemizdeki muhalefet kültürü, yapılan her işe laf etmek, onu karalamak üzere kurulu olduğundan, ilerlemenin, herhangi bir gelişim göstermenin önüne geçmektedir. 

dilin gelişimini yabancı dillerden sözcük satınalmak üzerine kurmak da, üretmek yerine kredi ile kalkınmaya çalışma kültürünün bir sonraki nesil üzerindeki etkisi sanırım. yabancı dillerdeki sözcükleri dile aktarıp, dilin büyüdüğünü söylemek, "el bilmemnesiyle gerdeğe girmek" gibidir, taşıma suyla değirmenin dönmeyeceği barizdir. dilin gelişimi, o dilin kelime türetme kapasitesi ile ilintilidir, ki türkçe, çok sayıda yaşayan kök sözcük barındırması, çok sayıda yapım ekine sahip olması itibariyle kelime türetmeye gayet uygun bir dildir. 

modern talking

80li yılları kasıp kavurmuş müzik grubu. 

özgün bir müzikleri vardır, yaptıkları herhangi bir şarkıyı 100 km öteden tanırsınız. 

şarkıların nakaratlarını seslerini incelterek söylemek gibi de bir alışkanlıkları vardır. 

en güzel şarkıları için 

jet airliner 
in 100 years 
brother louie 
you are my heart you are my soul 
no face no name no number 
you are not alone 
geronimo's cadillac 

bir de you are not alone vardır, daha günümüz müziğine yaklaştıkları bir şarkı. 

bir de tespit yapayım, in 100 years ile jet airliner resmen aynı şarkı.

fifa dünya sıralaması

fifa'nın futbol milli takımlarını maçlarda gösterdiği başarılara göre sıraladığı liste. 

2014 kasım'ında yayınlanan liste şu şekilde: 

sıra takımlar puan değişim 
1 almanya 1725 0 
2 arjantin 1538 0 
3 kolombiya 1450 0 
4 belçika 1417 0 
5 hollanda 1374 0 
6 brezilya 1316 0 
7 portekiz 1160 2 
8 fransa 1160 0 
9 ispanya 1142 1 
10 uruguay 1135 -2 


türkiye? hiç sormayın onu ya. 

tamam ısrarla soruyorsunuz, 48. sırada. 

hani bir zamanlar dünya üçüncüsü olan, avrupada ilk dörde girmiş takım. 

hiçbir başarı tesadüf değildir diyenlere gelsin. tesadüf ile oluşan başarı uzun soluklu olmuyor.

bedelli askerlik

her biri farklı sebeplerle askere gitmek istemeyen erkek kişilerin kurtuluş umudu. 

sözlüğe bakıyorum, seveni var eleştireni var, buraya kadar normal. ama ben eleştiride biraz tutarlılık arıyorum. farklı konularda da tavrın aynı olması, insanın duruşu nedeniyle bir konu karşısında tavır alması gibi beklentilerim oluyor. ama bedelli denince birden insanların dengesi şaşıyor anladığım kadarıyla. 

şimdi adam diyor ki, "parası olanla olmayan eşit şartlara sahip olmamış oluyor. sen para verip askerlikten yırtacaksın, fakir çocuklar askere gidecek, bu eşitliğe aykırı." arkadaş, zaten zenginlerin gittiği hastanelere fakirler gidemiyor. zengin en iyi sucuğu yiyor, fakir onun ekstraktını yiyor. zengin de çalışıyor, fakir de. ama yaz gelince zengin maldivlere gidip keyif çatıyor. fakir ise yıllık iznini kağıt üzerinde kullanıp kot taşlamaya devam ediyor. 

zenginlerin semtleri bile farklı. alışveriş merkezleri bile kişilerin ekonomik durumlarına göre tespit edilebiliyor. panora ile ankamall bile farklı kitlelere hitap ediyor. 

sözlükte konuşup duruyor, benim bilgisayarım şöyle monster, yok şöyle ekran kartım var bilmem ne. e fakir çocukları zengin bi akrabasının ikinci el bilgisayarını kullanıyor. çağır evine bi tur da o binsin o zaman? 

işte tutarlılık arıyorum derken bunu kastediyorum. bedelli konusu gelince birden kanada, isveç filan oluyor türkiye, eşitlik aramaya başlıyoruz. ülkenin her tarafı eşitsizliklerle dolu, ama biri askere gitmek istemiyorum dediğinde anayasayı çiğnemiş oluyor. yemezler kardeşim, eleştiri bu kadar kolay yapılmaz. 

ayrı bi konu da bedelli isteyenlerin vatan hainliği ile, vatan sevgisinden yoksun olmakla suçlanması. yahu insan barış zamanında askere gitmek istemiyor diye vatan sevgisi yok mu oluyor. savaş oldu da bizim haberimiz mi yok? vatanı sevmek sadece asker olarak gösterilmez. savaş anında asker olursun, ülken işgale uğrar, çeker silahını efe olursun, maraşken kahramanmaraş olursun, antepken gaziantep. çanakkaleye koşarsın. o ayrı konu. ama şimdi çok şükür böyle bir sorunumuz yok. barış dönemindeyiz ve bu süreçte, muhtemel bir savaşta güçlü durabilmeyi, devam eden barış ortamında ekonomiyi güçlendirmeyi ve toplumsal refahı artırmayı konuşmalıyız. 

adam yıllarca okul okuyor, verimliliğinin zirvesinde, sonra hop gel askere. neden? çünkü vatanını seviyorsan askere gidersin. böl adamın kariyerini, sonra gitsin askerde çay demlesin. sonra demezler mi "sanki askere gitmesen atomu parçalayacaksın". arkadaş, başarı atomu parçalamak mı? uçmaya gerek yok. her bir birey işini düzgün yapsın, elbet aralarından biri de atomu parçalar. ama adam okuldan mezun olduğu andan itibaren, çalışırken, iş ararken, kredi çekip uzun vadeli plan yaparken, evlenme planları yaparken hep karşısında, "askerlik". 

eline klavyeyi alan itham peşinde. askerliğin kutsallığı üzerinden sürekli olarak bir saldırı hali. türk milleti askermiş bilmem neymiş. evet, sürekli at sırtında, yerleşik yaşama geçip birşey üretmezken askerdi. sürekli savaş üzerine yaşıyordu. mete han'a çay servisi yapmak için, bilge kağan'ın tuvaletini temizlemek için asker olmuyordu. saldırıp ganimet topluyordu, onunla geçimini sağlıyordu. artık devir değişti, sen hale börteçine'nin peşine takılmışsın, demiri eritip dağı delmeye çalışıyorsun. türk milleti insanlardan oluşur, aralarından bir kısmını öğretmen, bir kısmını memur, bir kısmını mühendis, bir kısmını madenci, bir kısmını asker yapar. ülkesinin güvenliğini sağlayacak miktarda kişiye askerlik görevini verir, kalanlar ise geri kalan işleri yapar. savaş olursa güvenlik kaleminde ihtiyaç artar, buna göre yasalar çerçevesinde seferberlik ilan edilir, belirli yaş aralığında herkes asker olur. 

bir de, "ben çektim onlar da çeksin" fikri var. en çok bunlara takık kafam. arkadaş, adam televizyona çıkıyor, oğlu şehit olmuş, diyor ki "benim mehmedim öldü, başka mehmetler ölmesin, çözün şu terörü". vatanını sevmiyor desene ona da, diyemezsin. ama benim oğlum öldü, şimdi öcünü almak için koşun gidin, birsürü mehmet ölsün, öcümü alın, nasıl olursa olsun alın demiyor. oğlunu kaybetmiş adam bile bencillik yapmıyor, sen neyin tatavasını yapıyorsun. askerlik yapmış da, çok çekmiş de, ben de çekmeliymişim. toplum olarak birbirimizi yukarı çekeceğimize, illa tutup aşağı çekiştirelim, bu sizin mantığınız. 

ha askere gidince de birşey oluyor gibi. kova kova uyuşturucu tüketen adamlar sana da zorla verecek, yerleri sileceksin gelip çamur edecek, silmemişsin deyip arıza çıkaracak adamlar olacak, pısarsan üstüne çıkılacak, dik durursan grup halinde üstüne çıkılacak, bi yerini yıkamayı bilmeyen barzolarla muhatap olacaksın, adı askerlik olacak. üç mermi attırıp silah eğitimi verdim diyecekler, üç beş şınav çektirip spor yaptırdık diyecekler, adı askerlik olacak, bu kadar eğitimle seni düşmana karşı sürebileceklerini zannediyorsun di mi? adamı keklik gibi avlarla kamil, sen daha askerde birşey öğrendim zannet. çok çektiydin ya askerde hani, savaş çıkınca görücem ben seni, bakalım o aldığın muhteşem eğitim ile kaç düşman askerini öldüreceksin.

tiran

eski yunanda bir yönetim kademesi, kişisi. 

şöyle ki, yunan şehirlerinin her biri kendini yönetmekteydi. barış zamanlarında bugün bile göremeyeceğimiz düzeyde bir katılımcı demokrasi uygulanıyordu. elbette ki kararların alınması zaman alıyordu, ancak acil de bir durum öngörülmediğinden sorun teşkil etmiyordu. 

savaş zamanlarında ise kararların acele verilmesi gerekliliği malumunuz. bu nedenle bu durumlarda, bir kişiyi tiran olarak seçerler ve kendisinin tüm ordu ve devlet işleri konusunda karar vermesi için meclisin tüm haklarını devrederlerdi. 

bugün de aynı şekilde, dilediği gibi kararlar veren, tüm devleti tek başına yöneten baskın yöneticilere tiran denilmektedir.

feminizmi sevmeyen erkek

binlerce yıl boyunca sorgusuz sualsiz kendisine köle olmuş bir toplum zümresinin uyanması ihtimalinden korkan kişidir. 

yaptığı yanlıştır, ama gayet mantıklıdır. 

siz şimdi 500 tl karşılığı 1 ay çalışan işçilerinize biri gelip de "oğlum asgari ücret 800 tl, bu adam sizi kazıklıyor" dese, o adama düşman olmaz mısınız? 

işte durum bu. 

ha bir yandan da, feminizmin erkek düşmanlığı olduğunu düşünmemizi isteyenler var, medya eliyle bu fikrin doğruluğuna da çoğunluğu inandırdılar, onların da katkısı var feminizmi sevmeyen erkek sayısının bu düzeyde olmasına.

kendi yalanına inanan insan

yıl sonlarında büyük şirketlerde sıklıkla rastlanan kişidir. 

şöyle ki, bir kişi, o yıl çok iyi çalışıldığına, şirketin çok kar ettiğine inanır. sonrasında da şirketin bu karı çalışanlar ile paylaşması gerektiğine kanaat getirir. ardından o muhteşem fikri öne sürer, "aralık sonunda prim varmış". 

aradan zaman geçer, söylenti kulaktan kulağa yayılır. ama üzerinde çokça ekleme yapılarak. ara basamakları onlarca fikir oluşturur, bir maaş ikramiye, kişi başı 2500 tl ikramiye diyenler olur, seneye iki ayda bir çift maaş verilecek iddiası ortalığı heyecanlandırır filan. 

bunlar olup biterken zaman da ilerler. öyle bir an gelir ki, prim iddiasını ilk ortaya atan kişi, iddia sahibinin kendisi olduğunu unutur. zaten unutmasa bile, konuşulan konu kendi yarattığı basit fikirden o kadar öteleşmiş, o kadar karmaşık hale gelmiştir ki, kendisinden bambaşka bir ortamda oluşmuş bir fikir olarak yeni fikri karşılamaya hazırdır. 

sonra şu cümleyi duyar, "performans notlarına göre herkese maaşının %75'i ile %125'i arasında prim verilecekmiş". mantıklı gelir. kendi yarattığından çok başka, harika bir fikirdir. içinde sayısal değerler de olması kendi mühendis beyni için büyük bir ikna kabiliyetine sahiptir. üstelik "tamamı, %100" gibi ifadeler değil, %75 gibi 5'lik küsürat ile verilmiş bir sayı olunca inanma ihtimali yükselik. (bkz: küsüratlı sallayayım da yalan söylediğim belli olmasın

nihayet fikre kendisi de inanarak yılsonunu beklemeye başlar. 

enflasyon

paranın satınalma gücünün birim zamandaki değişimi. 

hesaplanışı aşağıdaki gibidir. artı bir değer çıkarsa para değer kaybetmiş demektir. 

(ürünün son değeri - ürünün ilk değeri) / ürünün ilk değeri

kondüksiyon

"iletilme"dir. 

ısı iletimi, elektriğin iletimi, işte bunlar hep kondüksiyon. 

conduction'dan gelir. 

ısı iletimi ile ilgili pek bir şart yok, katı maddeler ısıyı her türlü, er ya da geç iletir. 

elektrik iletimi için ise maddenin iletken olması gereklidir.

ışık hızı

ışığın birim zamandaki yer değiştirme miktarıdır ki yaklaşık 1 milyar km/saat kadardır.

ışık hızının değeri, güneşte olan bir olayı 8 dakika sonra görmemize sebep olur. 

yeterince uzaktan bakarsanız, x noktasında olan hiçbir şeyi göremeyebilirsiniz. 

aynı şekilde, eğer ışık hızından daha yüksek bir hızla, ışık ile aynı yönde gidebilirseniz, ışık kaynağının geçmiş görüntülerini izleyebilirsiniz. 

paranın insanı harcaması

sebebinin "aracı"yı doğrudan muhatap haline getirmek olduğunu düşündüğüm durum. 

insanın hedeflerine ulaşmak için para elde etmesi zorunluluğu malum. ulaştığımızda mutlu olacağımız, "haz" elde edeceğimiz varlıklar, belki kavramlar, maddeler vs vardır. bunların da bir bedeli var çoğu zaman. işte bunlara ulaşabilmek için hedefler koyarız, sonra da karşılığı kadar parayı elde etmek gereği ortaya çıkar. 

ancak bu yaşam stilinin içine dalıp, uzaktan büyük resme bakmayı ihmal eden bireyler yavaş yavaş asıl varmak istedikleri hedefleri unutup, doğrudan aracıyı, yani parayı amaç haline getirirler. 

peki para gerçekten hedef olabilir mi? bakınız gençlikte çokça hedef vardır, çokça haz. ancak maddi imkanlar yeterli değildir. maddi imkanların yeterli olması için geçen onca yıldan sonra ise elde edilen paranın harcanamayacağı bir hayat stili oluşmuştur. gece 9'da evine giden bir birey, yatmadan önce yaşayacağı 3 saat için mi kazanmıştır bütün gün o parayı? 

işte bunun anlaşıldığı an, paranın insanı harcadığının ortaya çıktığı andır. para, sizi kendine köle etmiştir, ona sahip olmak için ömrünüzü vermişsinizdir, günlerinizi vermektesinizdir. görünen o ki, kalan ömrü de onun yoluna harcamak artık bir zorunluluk olmuştur. 

peki bu durumda boş mu verelim herşeyi? elbette her uç fikir gibi bu da olumsuz sonuçlar doğurur. ideali nedir? ideali, ölmeyecek gibi düşünüp para kazanmak, yarın ölebilecek gibi düşünüp onu harcamak. 

her zaman bir köşede acil bir sağlık gideri için paranız olsun. bir ev satın aldıktan sonra ise elde edilen tüm para hazlar için değerlendirilebilir. 7.nesilden torununa yetecek kadar parası olup hala dünyayı gezmemiş bir insanın dünyadaki varlığını sorgularım. "o da onun özgürlüğü, yargılayamazsın" demeyin, çok fena yargılarım.

türkiye'de kadın erkek eşitliği

kadın ile erkeğin denkliği ve eşitliği kavramlarının tartışılması gerekliliği nedeniyle tam olarak hangi verilerle incelenmesi gerektiği belirlenememiş tartışmadır. 

kadının erkekten üstün olduğu konular ve erkeğin kadından üstün olduğu konular elbette vardır. bu iki taraf için de bir övgü veya yergi değildir. fiziksel, duygusal, zihinsel olarak birbirinden farklı iki insan grubu, elbette ki birbirinden farklılıkları olacaktır. 

burada tartışılması gereken, yasalar önünde eşitlik, önyargılar açısından eşitlik vs.dir. 

kadın dayak yediğinde, "kocasıdır döver" denilmesi, yasalar önünde sağlanan eşitliğe muhalefettir. 

ancak ben tuğla taşınması için işçi alıyorsam, aradığım eleman büyük ihtimalle bir erkek olacaktır. elbette ki bu işi yapabilecek kadınlar mevcuttur, ancak istatistik diye de bir bilim vardır.

dombıra

arslanbek sultanbekov'un yazdığı ve seslendirdiği şarkı. 

devşirilmiş bir versiyonu da 2014 yerel seçimlerinde ak parti'nin seçim şarkısı olarak kullanılmıştır. 

orjinali ile günümüz türkçesi arasındaki benzerliğe dikkat etmek gerekiyor. yüzlerce yıllık sovyet işgalinin, osmanlıyı ve selçukluyu kasıp kavuran fars ve arap hayranlığının tüm olumsuz etkilerine rağmen birbirinden kopmayan türkçe lehçelerini gözönüne sermiş bir eser. 


orjinal versiyonu, 

kara kıs avulumga kelgende 
kültüldegen kar yerge tüsgende 
dombıramdı alarman 
yürek sazım çalarman 
kaygırgandı eş aytbam 
dombıra sazım estgen ataylar 
manesine es bergen anaylar 
estgenine oy berip 
yüreklerge ses berip 
köz yastı kızganmaslar 
nogaydın kaygı sansız kününde 
batirler yuklamagan kününde 
yüreklerin kötergen 
sogıslarda küş bergen 
köptü körgen dombıra… 


günümüz türkçesi ile ; 

kara kış köyüme gelende 
lapa lapa kar yere düşende 
dombıramı alırım 
yürek sazımı çalarım 
kaygılarımı hiç söylenmem. 
dombıra sazımı işiten babalar 
manasına kulak veren analar 
işittiğini akıl yorarak, 
yürekleri titreyerek 
göz yaşlarını esirgemezler. 
nogayların derdi sayısız, her gününde 
yiğitlerin uyumadığı günlerde 
yüreklerini cesaretlendiren 
savaşlarda güç veren 
görüp geçirmiş dombıra

bozkurt işareti

elin (çoğunlukla sağ) orta ve yüzük parmağını baş parmak ile buluşturmak, bu suretle işaret parmağı ve serçe parmağı havada bırakmak şeklinde yapılabilen işaret. 

bu şekli ile bir kurt görüntüsü oluşturmaktadır. 

ülkemizde milliyetçi hareket partisi ile özdeşleşmiştir ancak kökeni daha geniş kapsamlıdır. 

türklerin tarihleri boyunca kullandıkları bir selamlaşma işaretidir bozkurt. bugün bile, rusya'nın çeşitli bölgelerine dağılmış türk toplumlarında kullanılmaktadır. 

bu denli önemli bir kültür öğesinin tek bir siyasi parti ile ilişkilendirilmesi, bu selamı verenlerin bir ideolojiye aitmiş gibi değerlendirilmesi üzücüdür. 

peki nasıl tanıştı mhp bu sembol ile? nihal atsız bir gün alparslan türkeş ile karşılaşıyor ve ona türklerin tarihsel olarak kullandığı bu selamı tanıtıyor. türkeş de bunu çok beğenip kullanmaya başlıyor. hızlıca yayılmasının akabinde de partinin önemli sembollerinden biri haline geliyor. 

mhpli olarak yaftalanmadan bu selamın kullanılabilmesi gerekirdi, nesnellik bunu gerektirirdi. ama ülkemizde kategorize etme sorunu var, yaftalamadan, bir alt gruba dahil etmeden rahatlayamıyoruz insanları.

arslanbek sultanbekov

dombıra adlı şarkısı ile geçtiğimiz seçimlerde adından sıkça söz ettirmiş türk şarkıcı. 

nogaylıdır. nogay türkçesi ile yaptığı eserleri son zamanlarda ülkemizde de kendine yer bulmuştur. halk türküsü diyebileceğimiz çizgide eserler üretir. 

dombıra adlı şarkısı, burada ismini vererek reklamını yapmak istemediğim bir türk şarkıcı tarafından "alıntılanmış" ve üzerine türkçe sözler yazılarak ak parti seçim şarkısı olarak kullanılmıştır. arslanbek önceleri duruma itiraz etse de sonradan ak parti mitinglerine katılmıştır. 

sanatçının nogay eltizgenkanglıkosayım gibi şarkıları da dinlenilesidir.

trigliserid

vücuta bulunan kötü bir yağ çeşidi. mümkün olduğunda hemen karaciğere doluşur, sonra göbek ve bel çevresinde toplanır. kalp krizi, tansiyon, şeker gibi ülkemizde çok sık rastlanan hastalıkların sebebi olarak gösterilir. 

trigliseridleri vücuttan atabilmek için, zeytin yağı tüketmek, unlu mamullerden uzak durmak, glikozu öğünlerimizden çıkarmak, pirinç tüketmemek gerekiyor.

12 kasım 1999 düzce depremi

15 yıl önce gerçekleşen büyük felaket. 

bolunun büyüyen ilçesi düzce (o zamanlar), ilk olarak 17 ağustos 1999'da marmara depreminde ağır hasar alır. izmit ve adapazarı'nın zeminleri de aynı düzce gibi, suyun üzerinde gezinen ve yerleşime uygun olmayan yerler olduğundan, deprem dalgaları düzceye sanki deprem düzcede olmuşçasına kolay varır ve düzcenin önemli kısmı yerle bir olur. 

ama şanslıdır çoğu insan, fındık mevsimidir ve insanlar köylerindedir. korkulan kadar büyük can kaybı yaşanmaz. 

ama artçı şoklar devam etmektedir ve deprem profesörleri (bu, o zamanlar çok meşhur olan tabir) yakın zamanda fayın kırılmayan kısmının yeni bir deprem doğurabileceği uyarısında bulunmaktadır. 

11 kasım 1999 günü düzce merkezli 5.8 büyüklüğünde bir deprem olur. insanlar panik halinde, öncü deprem mi acaba diye birbirlerine sormaktadır. yok canım olmaz öyle derken zaman ilerlemektedir. 

12 kasım günü, kimisi haberleri izlerken, kimisi şirinler izlerken büyük bir gürültü ve sarsıntı yakalar düzce insanını. bu sefer başkadır, merkez üssü düzcedir ve zemine aşırı yakındır. insanlar ilk şoku atlatıp dışarı çıktıklarında sokaklarında en az bir evin yıkılmış olduğunu görürler. 

feryat figanı, canlı yayında deprem olduğunu öğrenip telefona sarılan yakınlar aralar. ilk anlarda henüz telefon kesilmemiştir. bir kişi bile öğrense ölmediğini yeter aslında, o herkese haber verir, "bu hengamede bi de insanların bizim için üzüldüğü ile uğraşmayalım"dır çünkü. 

çoluğunu çocuğunu etrafına toplayan rahat bir nefes alır, "çok şükür allahım". ama akrabalar? bir telaş başlar. acaba kimseye birşey oldu mu? 

biraz zaman geçtikçe söylentiler gelmeye başlar, "ersoy apartmanı yıkılmış", "mehmet akif caddesinde taş üstünde taş kalmamış", "istanbul caddesinde heryer tuğla olmuş, arabalar geçemiyor", "e-5 tıkanmış, hareket imkansız". bu kadar çok yerde birden yıkım olduysa kimbilir neyi atlattık diye düşünür insan. 

bu panik ortamında fay hattı durmamaktadır. neredeyse büyük bir deprem şiddetinde binlerce artçı şok yaşanmıştır o gece. her deprem eyvahlara yol açar. açık alanda, boş bir tarlada depreme yakalanıp kaçan insanlar gördü bu gözler. diyemiyorsun ki "nereye", adam kendini unutmuş, onu mu düşünecek. 

gece ilerler, adapazarından gelir yardım, elinde kolonya ve battaniye ile bir abimiz, "eşekten düşenin halinde eşekten düşer anlar" demiş. daha sabahın ışıkları olmadan ankara belediye halk ekmek tırlarını göndermiş sıcak ekmek dağıtıyor, "sıcak yemek dağıtımına birazdan başlayacaklarmış". 

sabaha doğru artık tablo insanların gözünde netleşmeye başlar. evin reisi gezmiştir etrafı, "bizden kimseye birşey olmamış çok şükür". ama arkadaşlar, onların akrabaları, ateşin düştüğü yerde elbet yara bırakmıştır.